AYDINLIĞA AÇILAN UMUT – NEVİN ULUSOY, ÜZEYİR KARAHASANOĞLU’NUN “GECE HEP GECE” KİTABI ÜZERİNE YAZDI

  • 15.Apr.2025

AYDINLIĞA AÇILAN UMUT – NEVİN ULUSOY, ÜZEYİR KARAHASANOĞLU’NUN “GECE HEP GECE” KİTABI ÜZERİNE YAZDI

Tarihin karanlık görüntülerden günümüze ışıldayan sayfaları. Gecenin siyahında güne, aydınlığa açılan umut. Karanlıkta parlayan yıldızların yol göstericiliğinde, ayın dost aklığında yeniliğe, güzele kapılar. Bizi biz yapan geçmişten yarına uzanan yoldaki mert duruşumuza çalınan mavi-yeşil sevinçler, katran satırlara inat. “Gecede filizlenen bir sabah var”, Keats’in dediğince. Mücadele sabahı görmede gecenin bağrında kızıl coşkusuyla, edebiyatın kıvılcımıyla. Sevgili Üzeyir Karahasanoğlu’nun Vapur Yayınları’ndan Aralık 2024’te çıkan romanı “Gece Hep Gece” topraklarımızın geçmiş kara zamanlarının sarsılmaz bir umut yürekliliğiyle altın beyaza dönüştüğünü edebi yetkinliğin uçsuz bucaksız yankısıyla derinlerimizde yerini buluyor. İşgal İstanbul’u, Birinci Dünya Savaşı sonu. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Ben Deli miyim?” romanında tattığımız acılık. Saraya topları çevrilmiş gemi. “Şehirler şehri” İstanbul’da başka başka üniformalarla dolanıp duran, zulüm saçan işgal askerleri. Bir yanda eğlencesinden ödün vermeyen umarsız kitleler, kendini unutuşa vermiş, boş vermişliğin doruklarında içten içe acılı kasvette insanlar. Gerçek bir edebiyat emekçisi olan ÜZEYİR KARAHASANOĞLU’yla 2022 Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülünü kazanan “Geçmişi Beklemek” kitabıyla tanışmıştım. Altıyedi dergisinin yayın kurulunda bulunan, çeşitli basılı ve dijital mecralarda kıymetli yazıları ve öyküleriyle edebiyatımıza rengini huzmeleriyle katan yazar, ilk romanında da güzelim huzmelerine yeni ilmekler katıyor. Edebiyat alanındaki bilgisini, tecrübesini sanatsal yeteneği, ilhamıyla başarılı kurgusuna yediriyor, bilmediğimiz ufuklarda cesaretle bize yol aldırıyor. Çok titiz bir çalışmayla ortaya çıkmış kitap, yazarın yaşadığı Zonguldak’ı da merceğine alıyor, tarih denizinin sisli sularında dolaştırıyor bizleri. Şubat 1921’den Ocak 1922’ye kadar İstanbul-Ereğli. Çarlık Ordusu’nun komutanı General Wrangel’ın, Karniloff destroyeriyle Ereğli’ye gelmesiyle başlar her şey. Kızıl Ordu’dan kaçan Beyaz Ruslar. Mekteb-i Sultani, Galatasaray Lisesi’nde erdemli, ilkeli bir edebiyat öğretmeni, Haluk. Yaşamın gittikçe ağırlaştığı günlerde eğitim-öğretime ödünsüz devam etmeye çalışan bir müessese, Anadolu’da bir umut çakımı, gençlerde heyecan, idareciler, öğretmenler tedirgin, kimisi düşmanca bir tutumda. Galatasaray Lisesi’nin yüce eğitimcileri, müdürleri sayfalarda. Ömer Seyfettin, görkemli yazarımız, vefatından sonra kimsenin sahip çıkmamasıyla kahrolduğumuz unutulmazımız, Galatasaray Lisesi’nde bir müddet çalışmış olduğunu görüyoruz. Tevfik Fikret, “baştan ayağa müdürdü.” Kalıcı güzellikleri bu bilgi yuvasına işleyen, “gönlünü aklıyla yüceltmiş büyük sanatkâr.” Divan edebiyatının bilinmeyenleri, edebiyat tarihimizin, dünya edebiyatının eşsiz sayfalarında dolaşırız bir yandan felsefe rüzgarıyla da doludur yelkenlerimiz. Victor Hugo, Flaubert, kitaplar, özgürlük. “Kitaplar insanı hürleştirir mi?” Öğrencilerle tatlı zihin jimnastikleri, “gözleri, gözlüklerinden taşacakmışçasına ışıl ışıl” Nahit. Varoluş, insan, “gayesiz yaşayan pek sefil insanlar” mıyız? “Ancak netice ne olursa olsun, insanın edilgin olmaması gerektiğine kaniyim. Tıpkı erik ağaçları gibi vakti geldiğinde yaprak çıkarmalı, vakti gelince çiçek açmalı, vakti gelince meyve vermeli…” “Hiçbir yere gidemeyen, aklının kördüğümünden kurtulamayan” Haluk. Mekanları basan İngiliz askerleri, sokaktan geçenleri canlarının istediği gibi durdurup feslerinin üzerinde tepinerek tekmelerle yerlerde inleten Fransız zabitleri. Okulun çevresinde kurulan pusular, gözaltına alınan, kötü muamele gören, tutuklanan öğrenciler. İşgal kuvvetleri sömürgelerine gelmiş gibi rahatlar ve o ülkelerin insanlarına ettikleri eziyeti vatanımızda da uygulamaya kararlılar. Anadolu’daki kıvılcım büyük bir kurtuluş meşalesine döndükçe gençler de hop oturup hop kalkıyor. Aydınlarımız, kendince bir yol tutturamayan, bir türlü önder olamayan, rüzgarların yönüne doğru eğilip bükülen. Bazıları, hatta Haluk’un yakın arkadaşı gazeteci Mehmet Yahya bile “kuvvetli, varlıklı, medeni bir şemsiye”nin kurtarıcı olabileceğine inanmakta. Bir yandan da değişen gelenekler, değişmemekte ısrar edenler. “Payitaht güçlüyse hepimiz güçlüyüz.” masalındakiler. “Günbegün soysuzlaşan İstanbul’un yönünü değiştirecek yeterli ışık göreme”yen Haluk, birdenbire karşısına çıkan mavi coşkusu, kederi Katya’nın aşkı, melankolinin kollarında geceler, ailesinin üzüntüsü, geleneksel beklentileri. “Rusya semalarında dönenen bir akbalıkçıldı Katya. Şuracıktaydı, capcanlıydı.” Gece gündüz peşini bırakmayan Katya, bir imkânsız düş. “Yalan söylememenin iç huzuru, itiraf edememenin sıkıntısıyla” gölgelenen anlar, doğayla şifalanmalar: “Ağaçlardan yayılan kuvvetin içindeki kötülükleri yok ettiğine inandı. O harika çiçekler meyveye dönmüştü. Bu arsız, dertleri olgunlaştıran inatçı yaşam azminden pay çıkarmalıydı.” Karakterlerinden ödün vermeden kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan kadınlar, Katya, Haluk’un “bu hikâyeden büyük romanlar yazılmalı” diye aklından geçirdiği trajedisiyle Barones Jurgensburg, garsonluk yaparak zor şartlarda dimdik yaşayan kadınlar. Bir gecede yaşamları altüst olmuş, soylu, etraflarına emirler yağdıran insanlarken bir anda en dibe düşüş. Sefahate bulaşmak öyle kolay, neredeyse herkesin kafasındaki imaj… “Hem açlık insana her şeyi yaptırır…” dediğinde Katya, romanda da bahsedilen Hugo’nun “Sefiller”i gözlerimizin önünde canlanır, Coset’in annesini, onu fuhşa, yok oluşa sürükleyen ortamı hatırlarız. Savaşın korkunç yüzü farklı farklı aynalarda gösterilir bize roman boyunca. “Harp gelip seni köşeye sıkıştırdığında düşünme şansın olmuyor Haluk! İstanbullu Türklerin çoğu Yunan’a karşı mücadeleyi izlemekle yetinmiyor mu? Neden çoğunluk rahatını bozmuyor?.. Çünkü harp sizi henüz tutuşturmadı. Yürekleriniz onlardan yana, aklınızsa rahattan.” cümleleriyle Haluk’un iç huzursuzluğuna ayna tutar Katya, özgürlüğe giden yolda mücadelenin farkını gösterir. Kadın-erkek ilişkilerini de değişik yansımalarıyla buluruz satırlarda. Menfaat ilişkileri, ailelerin körü körüne gelenekçi ısrarları, kadın-erkek dostluğunun hoş görülüp görülmemesi, dünyada var olduğunun kabul edilmemesi hatta. “Her ne kadar şehirlerimiz birbirlerine benzese de insanlarımız birbirlerine benzemiyor… Rusya’da erkek arkadaşlarımızla pastanede oturup sohbet edebilirken sizde mümkün değil. Bunca farklılık dayanılacak gibi değilse de neyse ki herkes kafasında taşıyor dünyasını.” gözleminde bulunur Barones. Bir kadında yalnızca kadından alınacak haz değil, candan bir yoldaş, büyük bir zevkle fikir tartışması yapılacak bir arkadaş bulmak, öylece tamamlanmak. Haluk’un aradığı ve Katya’da bulduğu ama anne-babasının, çevresinin algılayamadığı. Yazar, çok iyi bir araştırma yaparak müthiş bir tarihi, sosyal ve edebi altyapıyla karşımızda. Millî Mücadele’nin çok da duyulmamış gizli kahramanlıkları, Karadeniz’de fedakâr, canlar dişlere takılarak yapılan hazırlıklar, mücadeleler. Soluk soluğa bağrımızda o günlerin ateşi. İstanbul’un boğucu, kasvetli, kendini sefahatte tüketici havasını gören gönüllerde dağıtıyor Anadolu nefesi. Mustafa Kemal Atatürk'e ve onun yanında mücadele edenlere bir kere daha sonsuz hayranlık, sevgi ve minnetle doluyoruz, sayfalar bize berrak bilgiler ulaştırdıkça coşkuyla selamlıyoruz onları. Shelley’nin “kış gelirse, bahar çok geride kalabilir mi?” dizesindeki aydınlık umudu taşıyan sevinç çakımları, edebiyat zevkinin üstün tatlarla sunulduğu romanda sayfalara sinmiş sanat coşkusunda.

 

NEVİN ULUSOY