Röportaj - Tülin Ecem Turhan - Sıla Erkan

"Her köşe başında bir tiyatromuz olsa veya bir sanat merkezimiz olsa. İster destek alsın özel olsun, bizim gibi bağımsız olsun fark etmez ama üretime hep alan açmak, yer açmak gerektiğini düşünüyorum..."

SILA ERKAN

Merhaba…

Biz, Düş Art olarak üreten edebiyatçıları ve sanatçıları bir çatı altında toplayıp eserlerimizi dayanışma ruhuyla kitlelere ulaştırmak, aynı zamanda toplum yararına içerikler üretmek isteği ile bir araya geldik. Bugün tiyatrocu Sıla Erkan ile birlikteyiz. Hoş geldiniz…

 

Hoş bulduk Ecem. Merhaba.

 

Sizin sahne sahibi, oyuncu ve yönetmen olduğunuzu biliyoruz. Bunlardan yola çıkarak biraz kendinizden bahseder misiniz? Sıla Erkan kimdir? Sadece tiyatro mu yapar?

 

Kocaman bir soru ama yanıtlamaya çalışayım kısa sürede. Evet, “Temel eğitimim oradan benim.” diyeyim çünkü tiyatroda yapılan her şeyi yapmaya çalışıyoruz. Çağ biraz bunu gerektiriyor. “Ben salt oyuncuyum.” “Salt yazarım.” “Salt yönetmenim.”... Ne şanslı ki öyle meslektaşlarıma da ama benim öyle bir şansım olmadı. Önce sahne kurmam gerektiğini düşündüm, tiyatro eğitimini aldıktan sonra. Şahika Tekand stüdyo oyunculuğu… Temel eğitimim orada benim. Onun evvelinde kocaman bir dans geçmişim var, kocaman bir geleneksel medya, sunuculuk geçmişim var. Sonra dedim tiyatro… daha iyi yani hareket edebiliyorum, konuşabiliyorum. Onu öğrendim. Dedim, bunun yeri tiyatro. İyi bir tiyatro izleyicisiydim, en azından öyle tanımlardım kendimi. Oyunculuk yapmayı çok istiyordum, ilk etapta o geliyor. Dedim ki, kim bana nerede, ne rolü versin, ben sahneye nasıl çıkabilirim? “Hadi Sıla” deyip kolları sıvayıp bir tiyatro sahnesi açmaya karar verdim. Şu an olsa yapamam muhtemelen, o zaman zaten üç kişiyle yapmıştık, sonra ortaklarım ayrıldılar. Sahneyi kurduktan sonra doğaçlama tiyatro eğitimi vermeye başladım. O zamanlar doğaçlama tiyatro fiilen yapıyordum zaten. Her hafta mutlaka bir yerde oyun oynuyordum, bir ekibim vardı. Dedim ki, başka oyun arkadaşları yetiştireyim kendime… Sonra sahne kurulunca, tiyatro ile ilgilenen herkesin uğrak yeri oldu. İnsanlarla tanıştım, çok kıymetli dostlarım var orada. Birlikte üretiyoruz diyebilirim artık, o raddeye geldi. Ondan sonra oyun yazmaya başladım, önce bir roman uyarlayarak başladım işe. Baktım oluyor sanki derken, heves ettiğim için oyunlar yazmaya başladım, oyunları yönetmeye başladım. Oyunculuk bir yandan devam ediyordu. Hep seslendirme yapıyordum, o hep devam ediyor zaten. Özetle evet, tiyatrocuyum. Hem eğitmenlik yapıyorum, oyuncu arkadaşlarımı yetiştiriyorum hem yazarlık yapıyorum, dramatik yazarlık yani, tiyatro metinleri yazıyorum. Hem oyunları yönetiyorum bazılarını başka yönetmenlere emanet ediyorum, bazılarında da oynuyorum. Başta öyle başlıyorsunuz sonra “bir de oyunculuk vardı…” diye kalıyor. Ama tiyatro işletmeciliği başlı başına bir iş. “Çok zor, sakın açmayın…” şaka yapıyorum. Keşke çok daha fazla çoğalsak. Her köşe başında bir tiyatromuz olsa veya bir sanat merkezimiz olsa. İster destek alsın özel olsun, bizim gibi bağımsız olsun fark etmez ama üretime hep alan açmak, yer açmak gerektiğini düşünüyorum. Ben bu konuda çok seçici davranmamamız gerektiğine inanıyorum. İlla “şöyle şöyle oyunlar olsun…” “böyle böyle oyunlar olsun…” Hayır, her türlü denemeye, bir kere bu işi ilk kez yapanların ihtiyacı var. Herhangi bir iş yaparak öğrenilir. Tiyatroda da seyirci karşısına çıkmadan herhangi bir projeyi yaptım, bitti diyemeyiz. O nedenle de herkese yer olduğunu düşünüyorum. Kimisi bundan biraz gocunuyor da “bazı oyunları beğenmiyoruz”, “bazıları o kadar profesyonel değil mi acaba” falan diyorlar, ben katılmıyorum. Bir sonraki oyununu takip edin, bir sonraki oyununu takip edin. İlla ki o da iyi bir seviyeye gelecektir çünkü bir oyunu baştan sona hazırlayıp seyirci karşısına sunmak bambaşka bir emek, kocaman bir süreç. Ona da o müsaadeyi vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunu söylemezsem çatlardım. Bu ara çok konuştuğumuz bir şey çünkü. Sıla Erkan kimdir? sorusuna son olarak böyle yanıt vereyim. Bu konuda böyle düşünen biridir…

Oyunculuk serüveniniz nasıl başladı? Gibi bir soru sormayı düşünüyordum ama buna dolaylı bir şekilde cevap verdiğinizi ve yeterli olduğunu düşünüyorum bu cevabın.

 

Tiyatro oyunculuğu, evet. Ondan önce sinema oyunculuğu yapmıştım…

 

Bu mesleğe başlarken sizi etkileyen kimler var size ilham olan ve şu an kimlerden ilham alıyorsunuz?

 

Ben klasik bir örneğim aslında, yaşıtlarım gibi; Y kuşağını temsilen konuşayım. Metin Akpınar’dan başka üstat bilmeden… çünkü Ankara doğumluyum ben. Çocukken de çocuk oyunlarına giderdim. Annem genelde Ankara Sanat Tiyatrosunun oyunlarına götürürdü ama evde Devekuşu kabareyi çocukken ezbere bilirdim örnekse… Çok canlı bir oyunculuğu olduğunu düşünüyorum Metin Akpınar’ın. O zaman bile iki üç kişi bir arada gördüğümde “hadi size Devekuşu kabareden bir şey yapayım” falan… benim gibi tonlarca insan var, o yüzden çok ilginç bile değil bu hikâye ama ilk örneğim her zaman Metin Akpınar. Aklıma ikinci örnek çok az geliyor. Sonra yetişkin çağlarımda oyunculuğunu beğendiğim isimler oldu tabii ki, yerli – yabancı vs. ama başlangıç noktası bu. Oradaki işçiliği ben çok seviyorum, doğaçlama yetisini çok seviyorum Metin Akpınar’ın… Üstat, hoca… ne diyeyim yani, Allah şifa versin. Keşke yine oynasa ama oynamıyor artık.

 

Siz aynı zamanda yönetmensiniz. Yönetmen olmak oyunculara karşı bakış açınızda ne tarz bir değişiklik yaptı? Onarım daha farklı bir şekilde görmeye ve anlamaya başladınız mı?

 

Yönetmenlik yapmaya yedi sekiz sene önce başladım ben. Ondan evvel koreografi falan yapıyordum danstan geldiğim için. Performansçı ile iletişim konusunda iyi kötü bir fikrim vardı ama yönetmenliğimde şunu görüyorum ben, aldığım ekol de biraz öyle; oyunun güçlü bir tasarımı var diyelim. Bu tasarımı önce oyunculara mıh gibi ezberletip yaptırıp içindeki şeyi çıkarıp, tamam eyvallah… ama oyuncuya çok alan bırakmıyordum başlarda. Şimdi yavaş yavaş oyuncunun kendi sanatını icrasında “a bir dakika ben böyle düşünmedim, ben böyle hissetmedim burayı ama onun teklifi bambaşka. Evet, bu ikisini birleştirelim ama temel fikirden de şaşmayalım.” noktasındayım. Eğer oyuncu çok başka bir şey yapıyorsa, dramaturjik açıdan taşıyorsa diyelim oyunun kemik yapısına, o zaman uyarılarım oluyor ama onun dışında onları izlerken çok şey öğreniyorum, “a bir dakika ben böyle düşündüm ama burada bambaşka bir teklif var.” ne diyeyim, oyunun yararınaysa onu kullanmak hoşuma gidiyor hatta onu daha da çeşitlemesini arzu ediyorum çünkü nihayetinde sen çekileceksin, defalarca defalarca seyirci karşısına çıkacak kişi oyuncu. Benim enstrümanım oyuncu, öyle ya tiyatro yapıyorsak başka da bir şey yok. Bir seyirci, bir oyuncuyla yetiyor bu edim gerçekleşiyor. O nedenle derdim hep, oyunu çok iyi kavramasına yardımcı olmak noktasında hissediyorum kendimi artık.

 

Aslında alan da tanıyorsunuz ama anlamasında da emin olmak istiyorsunuz…

 

Bunu aslında oyunculara sormanız lazım. Ben öyle “birine alan tanıyorum, uçuyor, kaçıyor” falan değil ama dedim ya başta o kadar alan tanımıyordum en azından onu söyleyebilirim. Ama şu anda yavaş yavaş oyunlar ilerledikçe, farklı projeler yaptıkça onlardan da duymaya başladım. Benimle hiç çalışmamış bir oyuncu, yeni başlayacaksa bakıyorum, önceden çalışmış oyuncu ona “sen yap, Sıla bir şey tarif ediyor, istiyor falan ama senin yaptığın daha dişil bir şeyse onu hemen kapar, öyle bir yönetmen o” falan gibi ben de duydum mesela. O rahatlıkla anlatıyorum yoksa insan kendini böyle “çok acayip bir yönetmen…” falan diye tanımlamamalı. En azında oyunculardan referansım var.

Metin yazarken, yönetirken veya oynarken metinde seyirciden nasıl bir reaksiyon alabileceğinizden emin olduğunuz yerlere nasıl karar veriyorsunuz? Ben bunu yazdım, şu an oynuyorum, ya da bu sahne yönetiliyor ve ben bu sahneden kesin reaksiyon alırım, dediğiniz noktaya nasıl karar veriyorsunuz?

 

Sırf akılla, kafayla yazınca o formül tutmuyor. O bir his gibi bir şey aslında. Eğer hissin varsa o bölümle, mizansenle, replikle, hareketle, esle… neyse o değer o esnada onda çok ısrarcı oluyorum. Oyuncular, “bunu neden böyle yapıyor, neden böyle diyor ki?” gibi şeyler söylüyorlar mesela. Gönül istiyor ki ah neden böyle diyor, keşke cevabını sen versen… oluyor ama ben de salt oyunculuk yaptığım zaman ben de bu sorularla boğuştuğum için anlayabiliyorum. O bir his gibi bir şey, tutmayabilir. Ama beş on oyun sonra bakmak lazım. Ondan sonra oyunun kalbi oralar oluyor genelde. Seyircinin rahatladığı, serinlik hissettiği, yoğuşmayla değil de ferahlıkla kabul edip… nasıl diyeyim, his gibi bir şey gerçekten. Onu tanımlayamıyorsunuz. Bir kahkaha, bir bir şey gibi değil yani. Sanki zaman hissettiğimizden farklı akıyor gibi, zaman bükülüyor gibi bir his oluyor orada. O yaptıkça yaptıkça, o da bir kas herhalde, o da gelişiyor. Yazarken bazen diyorum ki, bura evet burası çok iyi olacak. Ama provalarda eğer tutmuyorsa da hemen kesmek lazım. O nedenle onun kalbini bulmak lazım. Bir yeri de olmuyor o aslında. Çok soyut anlattım ama his gibi bir şey olduğundan böyle şeyler çok anlatılarak değil de yaşamda görerek tarif edilir. “Bak işte Ecem, bunu diyordum” diyebileceğim şeyler olduğu için boş boş anlattım belki ama anlaşıldı bence. Çünkü seyirci olarak da bir tecrübesi oluyor insanların. İlla oyun yazması, yönetmesine gerek yok. Onlar da anlıyor bence bunun ne olduğunu. Ama eğer oyuncu ısrar ediyorsa onu yapmamakta, onunla hakikaten boğuşuyorum. Orada inat ediyorum çünkü onun o hissi yakalamasını, seyirciyle kucaklaşmayı istiyorum o esnada. Çünkü o hayatta hiçbir şeye benzemiyor gerçekten. O an kuruluyor ve bitiyor.

 

Sahneniz diğer tiyatro gruplarına da açık mı? Yoksa sadece kendi oyunlarınız dışında diğer gruplar da sahne alıyor mu veya prova yapabiliyor mu? Diğer gruplara açıksanız, size nasıl ulaşabilirler?

 

Yapıyorlar, tabii ki. Sahnemiz açık pek çok tiyatro ekibine. Bu işi ciddiye alan tiyatro ekiplerine her zaman açık. Hatta sahneniz olduğunda çok garip şeylerle de karşılaşıyorsunuz. Biri arıyor diyor ki, “ben sevgilime evlilik teklif edeceğim.”

“Tamam. Niye bizim sahnemizde yapıyorsunuz?”

“Bize bir oyun tertip eder misiniz?” Anlamadım yani… o yüzden bize ulaşmak kolay. Birçok sahneye ulaşmak çok kolay değil, onu biliyorum, farkındayım. Biz de yaşıyoruz aynı şeyi, dostlarımız olmasına rağmen. O kısmı da anlıyorum. Sonuçta sahnenin de bir sezonluk kararları olabilir. Diyebilir ki “biz bu sezon yalnızca komedi oyunlarını alacağız” diyebilir, onu bilemeyiz içeriden. Bize de anlatmak durumunda değiller, onu da anlayabiliyorum. Bizim de yer yer bazı kararlarımız oluyor. Bize ulaşmak kolay, iletişim adreslerinden ulaşabiliyorlar. Ama dediğim gibi, bu işi ciddiye alıyorlarsa… Gürültü kısmı, sonuçta bir apartmanın, binanın alt katı, dükkân katı… ciddiye almaları önemli yani düzgün bir mail atmaları ya da telefonda düzgün konuşmaları. Açıp, “ne kadar” deyip… ne ne kadar? Sen kimsin önce? Sen beni biliyorsun çünkü, Apartman Sahne’yi biliyorsun, nerede olduğunu iyi kötü biliyorsun. Belki orada oyun izledin, bilmem ne yaptın… Baştan bir önyargıyla “merhaba, kiralıyor musun? Ne kadar?” Burası da emlakçı değil ki. Sen kimsin, ne için? Bana kendini sunman lazım. O ciddiyetle ilgili bir şey. O da bence öğreniliyor. İletişim de öğrenilebilen bir şey, her işte olduğu gibi. İşleri çok iyi olabilir ama davranışları acemice değilse herkese açık alan. Sezonda ya da sezona doğru daha yoğunlaşıyor. Onun dışında bir yönlendirme yapılıyor. Bir ekip o zaman çalışıyorsa öbür ekip bu zaman çalışıyor.

 

Oynadığınız karakterler arasında ayrı bir yere koyduğunuz bir karakter var mıdır?

 

Bu gerçekten zor bir soru, bunun bir yanıtı var mı? Bilmiyorum. Bana göre hepsi… hiç beğenmediğim bir rol oynamadım. O açıdan şanslıyım tiyatro sahnesinde. O nedenle zorlanıyorum. Çünkü her bir oyunda, o rolü çalışırken oyunculuk için bambaşka şeyler öğreniyorsunuz. Farklı yönetmenle çalışmak veya kendi yönettiğimle de… o da bambaşka bir macera zaten. Kimisi hiç bulaşmaz. Ben yavaş yavaş öğrendim diye düşünüyorum. Şimdi mesela daha kolay benim için kendi yönettiğim oyuna baştan sıfırdan girmek. Sadece çok zor tabii ki. Bir ara “şu mu, bu mu” diye bir akım vardı. Bana da oynadığım rollerle ilgili böyle bir akım yapmışlardı. En sona Evin Kokusu’ndaki karakter çıkacak sanıyordu herkes. Ben de öyle diyordum. Ama Feraye çıktı, Tebdil-i Mekân oyunundaki. Bir kez daha yaptılar, yine Feraye çıktı. Demek ki onu hakikaten içten bir yerden yazmışım. Feraye bambaşka bir karakter çünkü. Onu oynamak bana nasip olduysa… Herkesin bir castı oluyor, bana da genelde biraz daha üzgün, biraz daha kaybetmiş kadın, biraz daha cesaretini yitirmiş kadın falan geliyordu, ben de sıkılıyordum sürekli bu rollerin içinde kalmaktan. Üst üste o hüznün içinde… bir de yoruluyordum. Biraz da ortamı çekip çeviren karakter olsun derken Eşyalı Kiralık oyunundaki Yelda da azıcık öyle ama Feraye bunun tam karşılığı ve tüm oyun boyunca fiziksel bir acı da çekmek durumunda kalıyorum ben çünkü bir platformla, fiziksel tiyatroyla çalıştım, topuklu ayakkabı ama tek ayağımda var. Yetmiş dakika boyunca böyle oynadığım bir şey. O da sizi anda, burada ve şimdide tutuyor. Bir yandan bir çete gibi çalışıldı, beş kişi arasında. Sanırım bunlar alt alta gelince, oyunda bir de herkesin tiradı var, tirat attığı bölüm var, Feraye’nin de var. Belki o tirat bölümü olmasa kolayca Feraye diyemezdim ama Feraye… Tebdil-i Mekân oyunundaki Feraye… Daha önce iki kez test yaptılar, bu çıktı. Ben şimdi ne diyeyim, onu söyleyeyim ama hepsi gerçekten bambaşka. Hangisi bitse çok üzülüyorum tabii ki. Sıfırla Bir Arasında Alice’e çok üzüldüm, zor veda ettim. Eşyalı Kiralık bitti Yelda’ya çok zor veda ettim. Bu benim yazdığımla veya benim yönettiğim… hiç onunla ilgili değil…

Aldığım cevaptan bakarak biraz zor bir soru olacak, yine bir “en iyi”yi seçmemiz gerekecek. Bu biraz kendinizle alakalı. En sevdiğiniz veya en iyi diyebileceğiniz eser nedir. Bu bir tiyatro olabilir, film olabilir… farklı dallarda da olabilir. Aklınıza geldiğinde, “bu çok iyiydi” diyebileceğiniz?

Oyun metni anlamında Hedda Gabler… on senedir aynı yanıtı veriyorum. Daha güzel oyunlar, daha çağdaş oyunlar falan var da Ibsen bunu o çağda nasıl yapmış? Ona çok şaşkınlık içindeyim. Nasıl yani? Herkes “Shakespeare nasıl yazmış” der ya, benim için Ibsen gerçekten çünkü bir erkek olarak bu kadar kıymetli, hala zedelenmeyen kadın karakterleri… günümüze hangi birini koyarsak koyalım. Kadını dört bir taraftan tutuyor. Salt mağdur değil, salt kazanmış değil, salt mağlup değil, kurban değil, salt kurtarıcı değil… Dört bir yandan o kadın karmaşasını 1800'lü yılların sonunda bu kadar çağdaş bir de yani, o dönem için aşırı modern kadınlar falan… Ben okurken dünyayı kuramıyorum Ibsen’de hâlâ. Dekoru anlatıyor falan filan, “bu Cihangir’de yaşayan kadın değil mi bu” falan oluyorum orayı okurken. O beni çok şaşırttığı için de çok etkiliyor, onu söyleyebilirim.

Film çok var… Hâlâ benim X’te Grace’in fotoğrafı var Dog Will. O çok iyi bir tokat insana. Sağlam, güzel. Hâlâ her izlediğimde içimin yağları eriyorsa… öyle benim içimin yağlarını eriten film Dog Will. O intikam duygusunun en iyi anlatıldığı film bence. Kill Bill’i falan geçer intikam deyince. Tabii ki onu anlatmıyor ama içimin yağlarını da eritiyor. Only Lovers Left Alive… aşk filmlerini listelemiştim kendi kendime. Haneke’nin, Aşk’ı vardı, bu film vardı. Alev Almış Bir Genç Kadının Portresi… Beni en çok etkileyenler bunlar aslında.

Kitap desek… demin konuşmuştuk Ayfer Tunç romanlarını ben çok seviyorum. Şimdi atölye de alıyorum artık hocam da oldu. Çok mutluyum. Hem çok pratik, roman yazmak nedir, işte budur ya. Öykü yazmak nedir, bu işte. O kadar da abartmayın gibi bir şey ama onun yaptığı çok zor bir şey çünkü kim ne yazsa eminim ki abartacak ama ona söylemesi çok kolay. O çok iyi yapıyor çünkü bunu. 7/24 konuşsun, dinlerim. Konuşmayı da seviyor. Türk romancı, Ayfer Tunç gerçekten. Psikolojiyi de öyle derinlemesine dalarak da değil, size çok tatlı bir tat bırakıyor. Okuduğunuzda Osman’ı mesela örnek veriyorum; “Ay Osman yaa. Hem bizim Osman bir yandan hem de yapma kardeşim, sokakta da var, dışarıda da var, etrafımızda var, o da biraz Osman gibi” falan dedirtiyor bana. Kuru Kız aynı şekilde, “O biraz Kuru kıza mı benziyor” falan diyorum artık. Kafka, Kafkaesk diyorlar ya Ayfer Tunçesk gibi bir dil geliştirdim. Çok seviyorum, çok kıymet veriyorum. Yedi sene Almanca okudum. İlkokuldan sonra başladık. Hazırlık, orta bir, orta iki, orta üç, lise bir, lise iki, lise üç… o yüzden Alman yazarlara bir yakınımdır. Ama son yıllarda Stefan Zweig’a tekrar döndüğümde “ay yeter” oluyorum açıkçası. Kendi keşfim Heinrich Böll, onun “Palyaço” romanını oyunlaştırmıştım, “Bir Palyaçoyum Ben” ilk sahnelediğim oyunda… Heinrich Böll’ün dili çok yakın geldi bana, muhtemelen Alman hocalarla yetişmek, ilk ilgilendiğiniz eserlerin Alman yazarların eserler olması Alman edebiyatını daha iyi anlıyorum. Fransız edebiyatı çok sevmeme rağmen daha zor geliyor, muhtemelen bununla ilgili bir şey bu. Başka şu an aklıma gelmedi.

 

Şimdi yine biraz geleceği görmüş gibi oldunuz. En sevdiğiniz Türk yazarı ya da şu sıralar kimleri takip ettiğinizi soracaktım ama dolaylı yoldan cevap almış olduk. Yine de eklemek istediğiniz olursa?

 

Ben bir yıldır çok az kitap okudum maalesef ama geçen yaz da harıl harıl kitap okuyordum. Geçen yaz keşfettiğim, yeni edebiyattan Türk değil ama yabancı edebiyattan yazarlar oldu; Agota Kristof… diğerleri aklıma gelmedi ama kitaplar çok iyi, keşke hazırlıklı gelseydim… Türk yazar; Yaşar Kemal çok okumaya gayret ediyorum. Eskiden çok okuyan biri değildim ben, açığı kapatmaya çalışıyorum. Orhan Pamuk çok okumaya çalışıyorum, Kara Kitap’tan çok etkilendim son dönemde. Tebdil-i Mekan’ı yazarken de etkilendiğim yazarlardan biri olduğu aşikardı, hatta broşürün arkasına da yazmıştım; “Tebdil-i Mekân oyunu şu duraklara uğradı, bu duraklara uğradı…” bir tanesi Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ıydı. Mine Söğüt… Herkes gibi ben de beğeniyorum, içinde gezmeyi seviyorum ama Mine Söğüt’ün; “Bu kitap da böyle bitti, şu olay örgüsü…” değil de zaten bence onun derdi de o değil çok. Yarattığı karakterlerin canlılığı, çeşitliliğini seviyorum, beğeniyorum. Şu an için bu, yazarlarımızdan.

 

Son zamanlarda neler izliyorsunuz?

 

Dizi mi?

 

Dizi, film…Tür de olabilir?

 

Ben çok dizi de izlemiyorum. Birkaç diziye bakayım dedim, kadın karakterlerden iyice vazgeçmiş durumdalar. Çok hoşuma gitmedi. En son “Modern Kadın”ı bir oturuşta izledim. İlla komedi de görmemize gerek yok diye düşündürdü bana yoksa iyi iş, onun için söylemiyorum asla. Kötülememek lazım; izlediğim şeyler tatmin etmedi beni. Yine böyle dişimi sıkıp “hadi bir şey daha izle Sıla” falan filan… yok yani yine ev gibi yuva gibi Mubi’ye geri dönüyorum. Mubi’yi de zamanında çok eleştirmiştim ama yapacak bir şey yok. Hakikaten sinema o, drama da o bana göre, benim zevkime göre. İnsanların repliklerle konuştuğu dizilere biraz bile bakınca… bana hitap etmiyor o kadar. Tabii iyi yazıldığını düşünüyorum birçok dizinin. O yüzden beğenmediğim için pek örnek vermek istemiyorum. Bu zevk meselesi biraz da yani, “beğenmiyorum” deyince bir makamdan söylediğimden değil, hakikaten zevk ve biraz algı, ilgi meselesi. Şu an kitap da çok fazla okuyamıyorum, dizi de çok fazla izleyemiyorum. Belki daha fazla izleseydim içinden bir iki tane çıkardı. “Şahsiyet”i çok sevmiştim, çok beğenmiştim onu. Her şeyiyle beğenmiştim. Berkun Oya’nın işlerini çok seviyorum, birini izlemedim sadece…

Zaten son zamanlarda akış çok hızlı olduğu için dizileri yakalamak da çok zor oluyor. O yüzden anlaşılabilir.

En çok pandemide biraz yakalayabiliyordum, vakit var diye. Şimdi zaten canım da istemiyor. Oturup bir şey bakmak… ne bileyim… Bu ara en çok takip ettiğim şey, haber. Çok endişe ediyorum ülkemden, dünyadan da aynı şekilde. İnsandan endişe çok ediyorum. Dönüştüğümüz… hepimiz diyoruz ya “çürüme, çürümüş” bak yine Shakespeare geldi; “çürümüş bir şeyler var dünyada”. Çok endişe ediyorum, o nedenle bakmadan, dinlemeden edemediğim şey, haberleri takip etmek. Belki eski alışkanlık; medyadan geldiğim için, haber spikerliği, muhabirlik falan yaptım. Haber merkezlerinde çok çalıştım. Uzun bir dönem de onu takip etmedim, pandemi dolaylarında falan ama bu kadar endişe edecek bir şey yok gibi geliyordu herhalde, hata mı? belki hata… o yüzden şimdi kim ne demiş… gündeme daha hakimim.

 

Zaten artık çok zor gündemden uzak kalmak…

Hem de ekstra… bütün gün arkada haber çaldığını düşünün. O gazeteciyi kapatıyorum, öbür gazeteciyi takip ediyorum. “o nasıl yorumlamış” bilmem ne. Artık gazete okuma da kalmadı. Aslında köşe yazısı falan takip etmek gerekiyor da gündem o kadar hızlı ki haber dünün haberi oluyor, okuduğumuz şey. Üstüne bir de “şurada yangın oldu”, “bu oldu” yani çok endişe verici. O yüzden kanalize olamıyorum biraz. “Gidem de kitap okuyam da şu dünyada baş başa kalayım” falan… onun yerine üretmeye çabalıyorum. Okumak yerine yazmak… biraz o dönemdeyim o yüzden sağlıklı yanıtlar veremedim.

 

Bu, popüler bir soru aslında. Seslendirme ile ilgili; araç kullanan herkes sizin sesinize gayet aşina. Bu konudan bahsetmek ister misiniz? Nedir? Ya da bununla alakalı olumsuz veya olumlu aldığınız dönüşler ne oldu?

 

Navigasyon seslendirmesi için mi?

 

Evet.

 

Pek olumsuz yanıt almadım ben. On üç sene önce verdim ben ilk sesleri. Hikâye şöyle başladı; ben bir radyoda çalışıyordum. Hem haber programı yapıyordum hem kültür sanat programı yapıyordum. O dönemde radyolara uğramışlar, muhtemelen seslendirme sanatçılarına da uğramışlardır. Çok ses almışlar. Rus firması Yandex… Onların da usulü şey; bir şeye karar verirken oy çokluğu ile karar veriyorlar. Yani “Ceo’su buna karar verdi.” falan gibi olmuyor. Sesleri değerlendirmişler, kadın sesinde benimkini seçmişler verdiğim örneklerden. Erkek sesinde de başka bir seslendirmeni… Öyle oldu, seçilerek oldu, benim hayalim de değildi “veriyoruz bu sesleri ama…” falandı… Seslendirme yapıyordum, reklam seslendirmenliği yapıyordum daha doğrusu. O öyle başladı, sonra da ara ara düzeltmeler olduğunda, yeni cümleler eklendiğinde gidiyordum geliyordum. Erkek sesinin de olduğunu bilmiyorlardı. O kadar özdeşleşmiş ki kadın sesiyle herhalde medya da buna şey yaptı işte “Beyaz Show” çağırdı, Reklam Verenler Derneği başkanıyla ben bir yere konuk oldum. Haber kanallarına falan çıkıldı. Hâlâ eğer bir televizyon kanalı beni çağırıyorsa anlıyorum ki seslendirme ile ilgili, navigasyonla ilgili. Bir, “İşin Aslı” programında Aslı Hanım hakikaten üç seslendirmeni çağırmıştı, geçen sene ona konuk olduğumda; Bloomberg yanlış hatırlamıyorsam kanalı. Hepimiz oyuncuyuz tabii bir yandan. En çok oyunculuk konuşmuştuk orada, asıl mesleklerimizi. Çünkü seslendirme yapıyorsun bitiyor, bütün gün yapmıyorsun. Onu konuşmak iyi gelmiştir. Bir de sesli kitap okumayı söyleyeyim. Tekrar dönmeyi çok istiyorum. O oyunculuğu da çok geliştiren bir şey; artikülasyon mu çalışmak istiyorsun? Sesli kitap oku. Gerçekten öyle. Tonlama mı çalışmak istiyorsun? Sesli kitap oku. Storytel o anlamda iyi oldu. Burada da iyi ki söyledim. Çünkü insan dışarıya söylemediğinde tekrar yapmıyor onu. Ona bir döneyim tekrar.

 

Bir de çok okuma imkânı da sağlıyor bir yandan…

Ben çok dinliyorum oradan. Benim işitselim daha iyi çalışıyor. Okuduğunuz kitap deyince aklıma hâlâ basılı kitap geliyor ama hakikaten ben çok kitap dinledim. Oradan yanıt verebilirmişim.

Seslendirme konusunda… seviyor musunuz? Devam etmek isterim, bunu da yapsam iyi olurdu diye düşündüğünüz bir şey var mı?

 

Seslendirme yapmanın en kötü yanı parasının az olması. Ama yoksa çok güzel. Ben çok severek yapıyorum, hep uçarak gittim. Tuhaf tuhaf şeyler de seslendiriyorsunuz. Örnekse; bir benzin istasyonunun self servisi var, ben orada navigasyonu nasıl seslendiriyorum “sağa dön, sola dön” orada artık benzin istasyonundaki görevliler değil de kendiniz de… okuduğum şeyler şunlar “pompayı al”, “pompayı tak” gibi. Onu bile uçarak gidip seslendirdim, çok güzel. Ben işitsel biriyim, görsel hafızamdan daha iyi çalışır. Bunu keşfettim yıllar içinde. Zaten yaptığım işlere bakınca dans, radyo vs. hep işitsel… Yazdığım oyunları da konuşarak yazarım. Gidip kafede yazmaya çabalıyorum teknik olarak düzeltirken ama kalkıp oynamadan yazmıyorum mesela doğaçlamadan yazamıyorum. İlla bir konuşarak ederek falan… Onun dışında “mesleğim budur”, “bunu yapacağım” diyen çok az insan var oradan para kazanabilen, hayatını sürdürebilen. Ama yıllarca yaptıktan sonra insan da şeyi istiyor; bir marka da gelsin “bizim sesimiz sensin, şunu yapacağız, bunu yapacağız” zevkle keşke çalışılsa ama orada da hep celebrity fetişi güdülüyor. Yapacak bir şey yok kapitalizm.

 

İstediğiniz bir marka var mı? “Keşke şu gelse” diyebileceğiniz.

 

Doğaya zarar vermeyen herhangi bir marka olabilir. Yaşınız gençken çikolata reklamı, çocukların tüketeceği şeyler… bir de benim madiacraft youtuberlıktan gelen şeyim var, o olabilir. Biraz şahsi, kendi kullandığım bir şeyi seslendirmek isterim. O da ne olacak, kozmetik olacak muhtemelen. Yaş ilerleyince de banka reklamı, diş macunu reklamı… onlarda böyle pes sesler… üçü de farklı birinde tizlerinizi ve enerjik yanınızı kullanıyorsunuz, diğerinde daha sıradan, hayatın içinden bir insan gibi, diğerinde ise “ooo şöyle…” güvenilir bir ses olmak… hepsi güzel, ayırt edemedim.

 

İşitsellik noktasında kendinizi daha iyi bulduğunu söylediniz, müziğe ilginiz var mı? Ne tarz dinlersiniz? Ya da bir şeyler yazarken dinlemekten hoşlanır mısınız?

 

Klasik müzik. Cazz açtığımda yazamıyorum yani yazdığım şey aritmik olmaya başlıyor. Canlı performansta cazz dinlemeyi seviyorum. Hatta bir arkadaşım var, bayılıyorum onun konserlerine gitmeyi. Sunumu da çok güzel, komik şeyler de anlatıyor. Ama klasik müzik ve mümkünse barok opera… dal olarak söyleyeyim, tür olarak barok kısmı. O sizi tamamen uyutmuyor da. Mozart’ı ben hiç dinleyemiyorum mesela. Çok garip, başıma bir şey gelmeyecekse… Çünkü hem bildiğin bir melodi, bir yandan söylemeye, tekrar etmeye başlıyorsunuz. O değil ama, barok müzik yapısı gereği, hemen barok deyince bina da öyledir; sizi bir yükselten yanı var. Tavsiye de ederim, işe yarıyor. Çünkü yazarken, çalışırken… herhangi bir şey çalışırken kanalize olmak istiyorsanız sizi yükseltecek şey muhtemelen o yapıyla da ilgili barok müzik o yüzden çalışırken dinlenecek müzik bence. Duş alırken dinlenecek müzik değil tabii ben de herkes gibi 90’lar dinliyorum evin içinde, bangır bangır. Öyle…

Sorularım bitti. Çok teşekkür ederim. Eklemek istediğiniz bir şey varsa ekleyebilirsiniz.

 

Ne söyleyeyim son olarak… Biz bu yaz sahneleri kapatmadık. Aslında tiyatro kooperatifinde yaptığımız bir toplantıda çıkan bir sonuçtu; birçok sahne sahnelerini kapatmadı ve ilgi gördü. Evet, kimisi göremedi, belki tarihler uyuşmadı ama biz ve bize benzeyen pek çok tiyatro ilgi gördü. Ben en çok seyirciyi yazın gördüm. Çünkü bu sezon, (bu lafı kullanacağım için kusura bakmayın) berbat bir sezondu. Başımıza gelmeyen kalmadığı için hemen bizi de etkiliyor. Tiyatro zevkini buram buram aldığımız bir sezon değildi onu kabul ediyorum. Seyircisiyle, bizde de… ama yazın başı, sezonun sonu bizi toparladı. Bir de oyunları başka yerlere de götürdük; “Baran”ı götürdük, “Tebdil-i Mekan” oyununu götürdük. “Evin Kokusu” şimdi gidecek. Seyirciyle buluşabildik ve biz de seyirciyle buluşulacak başka alanlar aramaya çalışıyoruz. Örnek veriyorum; oyunlarla ilgili röportajlar yapmak olabilir, oyun sonunda söyleşiler olabilir veya seyirciyi daha aktif edecek, bir defter konur oraya, çıkarken bir şey yazar… biz de seyircimizle farklı yollar aramaya çalışıyoruz bence buna seyircilerin de ihtiyacı var. Çünkü dahil olmak istediği çok belli. Seyircinin oyun bittikten sonra ayakta alkışlama isteğini ben biraz öyle yorumlarım. Tabii ki beğenisi için ayağa kalkıyor ama o da bir şey yapmak, bir davranışta bulunmak istiyor. Bu alanı kaybetmemek, kaçırmamak gerekiyor. Çünkü artık her şeyde olduğu gibi etkileşim alanı. Bu etkileşim alanının farklı yerlerini bulmak gerekiyor. Tiyatrocular bunu düşünüyor sevgili seyirciler, onu söyleyeyim. Siz de hiç çekinmeyin, izlediğiniz oyunlara yorum yapın, ilginiz varsa paylaşın, iyi – kötü fark etmez. Bir ricam var; sadece trendyol kullanır gibi, hepsiburada kullanır gibi altına “beğendim”, “beğenmedim”, “kargom geç geldi”, “paket şöyle oldu” buna benzeyen yorumlar değil de… tüketici olmayın ne olur, seyirci olun. Yani ilgili olun, takipçi olun. Tüketici olmak kolay, o zaman “parasını verdim hizmet aldım”a dönüyor ama bir kafe değil tiyatrolar. Hizmet değil aslında, birlikte bir yaratım alanı ve size çok ihtiyaç var bu noktada. Bu alanı kaybetmemenizi isterim, ne yalan söyleyeyim. Haddime veya değil söyledim artık. Kendi aramızda söylediğimiz şeyleri seyirciye söylememek biraz kaypaklık gibi oluyor. O nedenle söyledim.

Gelin, oyunlara gelin…

 

Çok teşekkür ederiz.

 

Ben teşekkür ederim, çok memnun oldum. Çok mutlu oldum.

"Yeldeğirmeni Yolda Sahaf Kafe’ye ve İlkin Erkorkut’a teşekkür ederiz.”

1257 5